Ahhhh Dubrovnik ahhh... Ben ki senin aşığındım zaten, ben bile bu kadar güzel olabileceğini hayal edemezdim. Ne güzeldin, ne duruydun, nasıl da aşkımı ona yüze katladın? Bir rüyaydın. Hiç bitmesini istemediğim.
Şu an döndüğüm için bunalımdan bunalıma sürükleniyorum ama anılar tazeyken yazmak, not düşmek lazım.
13 Kasım günü sabahın köründe başlıyor serüven. Biz ve Dubrovnik'i fethetmeye giden 4000 Türk Sabiha Gökçen'de uzun pasaport kuyruğunda uyanamamış gözlerle boş boş bakıyoruz. 2 saat sonra uçağımızdayız, aaa ne uçağı canım, bu köy minibüsünün uçan hali! Welcome to Dubrovnik Airlines, Dobrodosli Dubrovnik Airlines:) Ve uçakta beni bekleyen bir sürpriz. Sağımda solumda, önümde arkamda hışır hışır kağıtlar. İnsanlar bir şeyler okuyor. Çaktırmadan bakıyorum. Aaa tanıdık bildik temalar, sağ tarafta "İzleyiciler" yazıyor. Herkes Dubrovnik'ten bahseden blogların çıktısını almış. Oh la laa:)
1.5 saat süren kafamı cama yapıştırıp her kareyi beynime kazıdığım bir uçuşun ardından Dubrovnik topraklarına ayak basıyoruz. İlk olarak Cavtat'a gidiyoruz otobüslerle. Ağzım beş karış açık, sürekli "Çok güzel, çok güzel" diye mırıldanarak kendimizi atıyoruz taş sokaklara.
Çıt yok! Arada evlerden gelen çatal sesleri, bir teyzenin Hırvatça bir şeyler anlatışı, bir de ayak seslerimiz.
Her evin bahçesinden yola taşmış mandalina ağaçları. Pıtır pıtır yola düşmüş birkaç tane kaçak mandalina-aa pardon "Mandarina". Eee kısmetimizmiş diyip soyuyoruz bir tanesini, öyle ekşi öyle ekşi ki. Suları akan ağızlarımızı zor toparlayıp yola devam ediyoruz. Pırıl pırıl bir güneş var tepemizde. "Burada" diyoruz "İşte burda yaşanan hayatsa, bizimkisi ne?"
Otobüslere dönüp Dubrovnik'e yol alıyoruz. Ve işte karşımda daha görmeden aşık olduğum şehir. İnsanlar off puff çıkamam yukarılara derken ben tırmanıveriyorum eeennn tepeye. Dubrovnik ayaklarımın altında!
Dubrovnik'e girdiğimizde rehberimiz bir şeyler anlatıyor ama benim tüm duyularım tatile çıkmış. Hala ağzım açık, hala "Çok güzel, çok güzel" diye sayıklıyorum.
Rehberin Dubrovnik tarihini anlatışını kaçırdığımdan olsa gerek dönene kadar gördüğüm her heykelde aynı soruyu soruyorum. "Bu dedenin adı neydi?" ve hep aynı cevap "Aziz Vlaho" ve bir saat sonra benden tek bir soru çıkıyor: "Bu dedenin adı neydi?" Aşk sarhoşuyum yaa, IQ'um eksilerde, çalışmıyor kafam.
İlk gün yemek adresimiz Mea Culpa. Daha gelmeden hazırladığım "Yemek yenecek yerler" listesinin ilk adresi. Ve hayran kaldığım Hırvat karakteriyle ilk burda karşılaşıyorum. Oturuyoruz, gelen giden yok, garsona bakıyoruz, o da bize bakıyor. Tasasız, sanki oranın garsonu değil de yoldan geçen biri, sanki biz de müşteri değiliz biz de ordan geçiyoruz, "Amaan ne olacak, karın dediğin doyar elbet" rahatlığı var üzerinde... En sonunda sipariş vereceğimizi anlıyor ve yanımıza geliyor. Ve bingo! İngilizce bilmiyor garsonumuz:) Yan masadaki dev boyutlu pizzaları görüp tırstığımızdan soruyoruz: "Do you have smaller size?" ve cevap veriyor "Yes, olives!":)
Elimizle kolumuzla pizza boyutlarını soruyoruz ve anlıyoruz ki Hırvat porsiyonları çok çok büyük. 1 pizza alalım o zaman diyoruz. Sevimli garsonumuz ikiye bölüp getiriyor pizzayı. Bu ince düşünce bir yandan pizzanın lezzeti bir yandan gelen hesabın cüziliği bir yandan salak salak gülümsüyoruz yine.
Suyundan içenlerin Dubrovnik'e tekrar geleceğine inanılan Onofrio çeşmesinden lıkır lıkır suları içip otelimize yol alıyoruz. Ve dilimde yine aynı cümleler "Çok güzel, çok güzel..."