24.11.2010

Dubrovnik rüyası-3.gün

3. gün sabahın köründe çıktık yola, istikamet Karadağ. Pronto'nun yaşattığı tek olumsuzluk bu gezideki rehberdi. Bilgisi kıt (önceki yazımda 1700'de Bizans İmparatorluğu'nun olduğunu iddia eden zat-ı muhterem), sevimsiz ve de basiretsizdi!


İlk golü Hırvatistan-Karadağ sınırında yedik kendisinden. Sınıra gelirken hiç sorun yaşamayacağımızı söylemişti ama yaklaşık 1.5 saat bekledik! Bu sürede diğer tur rehberleri otobüsten inip polislerle durumu konuşurken bizimki en öne oturup etrafı seyretti. Otobüsten adımını atmadı. Zar zor sınırı geçince de "Eşleriyle kavga etmişler herhalde, zorluk çıkardılar eki eki eki" diye kendince sevimlilik yaptı. Tatil ruh halimle kulaklarımı mikrofondan yükselen sesine tıkayıp etrafı seyre daldım.


 Karadağ'da iki şehri gezdik. Kotor ve Budva. Kotor'a, Kotor körfezinden 8 dakikalık bir feribot yolculuğuyla gidiliyor ama biz yolu uzatarak körfezi seyrede seyrede gittik. Yine her şey çok güzeldi, gözlerim resmen güzelliğe doydu bu tatilde.



Niye Karadağ demişler bu ülkeye sorumun cevabı. Nereye giderseniz gidin her yerden dağlar yükseliyor.


Kotor eski şehrin girişi.



Bu şehre araba, motosiklet ve uzaylılar giremez:)

Kotor eski şehirde sağım, solum, önüm, arkam yeşil panjurlu evdi. Ben ev diyorum ama onlar saray diyorlar. Burda Osmanlı damarım tutuyor, "Bu mu saray kardişiim? Bizim Topkapı'yı görmemiş bunlar tey tey teeey" diyiveriyorum:)







Karadağlılar Avrupa'da tembellikleriyle ünlü bir halkmış. Hatta tembellikleriyle ilgili fıkralar bile varmış. Rehberimizin anlattığı ve bizi kahkahalara boğduğu (!) fıkra şöyle: Her Karadağlı'nın yatağının yanında sandalye olurmuş. Yataktan kalkarken çok yorulduklarından dinlensinler diye. Hoy hoy hoy! Ne komik ne komik:) Karadağlıların tembelliğine gözümüzle şahit olduk ama. Buyrun çalışma saatleri:)





Kotor'un ardından dünya jet sosyetesinin uğrak noktası (yersen:)) Budva'ya yol alıyoruz. Tamam güzel yer, hoş yer, huzurlu yer ama Bodrum'u, Çeşme'yi gören bu gözlere Budva'nın Avrupa'daki en güzel tatil yeri olduğuna inandıramazsın sevgili rehber:)


Uğradığımız her şehirde olduğu gibi Budva'da da eski şehir bulunuyor. Tatil boyunca en hoşuma giden yerler bu eski şehirler oldu zaten.




Karnımızı eski şehrin içinde bir pizzacıda doyurduk. Yine çok lezzetliydi, yine ucuzdu, yine midemiz bayram etti:)




Ekstra turlar içinde bizi en çok cezbeden Kotor-Budva turuydu, çok da memnun kaldık. Diğerlerinde (Mostar-Split-Saraybosna) minimum 4 saatlik yol tatil rehavetindeki bünyeme pek çekici gelmedi açıkçası. İtiraf etmek gerekirse sonraki gelişlerimde gidecek yerim de olsun istesin. Ve yine itiraf etmek gerekirse Dubrovnik'de daha çok vakit geçirmek istedim.

4. günde yine Dubrovnik sokaklarında buluşmak üzere...

20.11.2010

Dubrovnik rüyası-2. gün

Dubrovnik'te uyandığım ilk sabahta suratımda hala aynı salak gülümse vardı. Diğer Türkler "Ne kadar çok yere gitsem kardır" mantığıyla kendini tur otobüslerine atarken biz Old Town'a yola koyulduk.

Kurban bayramı olur da kurban konseptli heykel olmaz mı? Herşeyi kafadan atan tur rehberleri gibi olayım ben de, "Görmüş olduğunuz heykel 1700 yılında Bizans zamanında (1700 ve Bizans?? Aynen dedi bunu biri:)) şehre giren ilk Osmanlı'nın (Bizans'tan Osmanlı'ya geçtik) 1807 yılındaki (1700'den 1800'e geçtik ve küsuratlı söyleyeyim ki attığım belli olmasın mantığı) Kurban Bayramı'nda kestiği koyunu anlatmaktadır"


Stradun Caddesi'ne girer girmez biraz yürüyünce sağdaki dondurmacıdan dondurmalarımız. Lezzeti 10 üzerinden 6. Ama bana Türkçe "1 top 10 kuna abi" diyen satıcıya 10 üzerinden 10:)



Dubrovnik'e 1 saatliğine de gelseniz mutlaka yapmanızı tavsiye edeceğim şey sur gezisi. Toplam mesafe 2 km olsa da, inişler çıkışlar merdivenler pestilinizi çıkarsa da kesinlikle değiyor. Dubrovnik'e tepeden bakmak, sokaklarında yürürken göremediklerinizi görmek için muhteşem bir fırsat.


Ve flaş flaş flaş! Çilli'nin kafasına çiçek, böcek, ördek yerleştirmeden koyduğu bir fotoğraf:)



 Sokaklar, sokaklar, sokaklar...


Teyze surun dibinde oturuyor. Önünde uçsuz bucaksız Adriyatik denizi. O ne yapmış? Paçalı donunu asmış pencerenin önüne, güneşe karşı etrafı seyrediyor:) Vayy bee teyze, hayatının kıymetini biliyor musun acaba? Hadi onu geçtim, oturduğun evin 2 milyon euro olduğunu biliyor musun?:)


 Aha bir diğeri de nohut ıslayıp koymuş surun dibindeki evinin penceresine. 

 Doorstepping'de görüp vurulduğum, bulabilir miyim acaba dediğim Buza. Bu surun tepesindeyken ilk keşfediş anım.

Bu surdan inip aramaya başladığım ilk an.

Hala arıyorum.

Hala...


Ve hala...


Voilaaa! İşte karşınızda Buza. Ömrüme ömür kattı, burası sayesinde en az 10 sene daha uzun yaşarım:) Tatilde aynı yere iki kere gitmem kuralını bile bozdum onun için. Hazine arar gibi aradım yerini ama kesinlikle değdi. Gitmek isterseniz, koyduğum fotoğrafları arayın Dubrovnik sokaklarında:)


2. günün yemek adresi Kamenice oldu. Balık yemek için listemde yazan yer Lokanda Peskarija olmasına rağmen, Türklerin orayı istila etmesinden ötürü daha sakin olan Kamenice kazandı kalbimizi. Görmüş olduğunuz tabaktaki ahtapotların %95'ini itinayla hüplettim. Hatta bir sonraki Dünya kupasında maç sonuçlarını midemde yüzen yüzbinlerce ahtapotcuğa sorabilirim:) Kamenice de lezzet konusunda yüzümüzü güldürdü, cüzdanımıza ise kahkahalar attırdı:)


Gitmeden önce en çok merak ettiğim konuydu yemek fiyatları. O yüzden kendimce bir amme hizmeti gerçekleştirdim ve kapıların önüne koydukları menülerin fotoğraflarını çektim. İlki Lokanda Peskarija'daki, ikincisi Kamenice'deki fiyatlar. Tıklayın büyüyüversin:)


İçimde ahtapotlar, yüzümde gülücükler ile ikinci günümüzü de bitirdik. E artık başka ülkelere de şans verelim diyip 3. gün soluğu Karadağ'da aldık. 3. günü bekleyin anacııııım:)


18.11.2010

Dubrovnik rüyası-1.gün

Ahhhh Dubrovnik ahhh... Ben ki senin aşığındım zaten, ben bile bu kadar güzel olabileceğini hayal edemezdim. Ne güzeldin, ne duruydun, nasıl da aşkımı ona yüze katladın? Bir rüyaydın. Hiç bitmesini istemediğim.

Şu an döndüğüm için bunalımdan bunalıma sürükleniyorum ama anılar tazeyken yazmak, not düşmek lazım.

13 Kasım günü sabahın köründe başlıyor serüven. Biz ve Dubrovnik'i fethetmeye giden 4000 Türk Sabiha Gökçen'de uzun pasaport kuyruğunda uyanamamış gözlerle boş boş bakıyoruz. 2 saat sonra uçağımızdayız, aaa ne uçağı canım, bu köy minibüsünün uçan hali! Welcome to Dubrovnik Airlines, Dobrodosli Dubrovnik Airlines:) Ve uçakta beni bekleyen bir sürpriz. Sağımda solumda, önümde arkamda hışır hışır kağıtlar. İnsanlar bir şeyler okuyor. Çaktırmadan bakıyorum. Aaa tanıdık bildik temalar, sağ tarafta "İzleyiciler" yazıyor. Herkes Dubrovnik'ten bahseden blogların çıktısını almış. Oh la laa:)



1.5 saat süren kafamı cama yapıştırıp her kareyi beynime kazıdığım bir uçuşun ardından Dubrovnik topraklarına ayak basıyoruz. İlk olarak Cavtat'a gidiyoruz otobüslerle. Ağzım beş karış açık, sürekli "Çok güzel, çok güzel" diye mırıldanarak kendimizi atıyoruz taş sokaklara. 


Çıt yok! Arada evlerden gelen çatal sesleri, bir teyzenin Hırvatça bir şeyler anlatışı, bir de ayak seslerimiz.
Her evin bahçesinden yola taşmış mandalina ağaçları. Pıtır pıtır yola düşmüş birkaç tane kaçak mandalina-aa pardon "Mandarina". Eee kısmetimizmiş diyip soyuyoruz bir tanesini, öyle ekşi öyle ekşi ki. Suları akan ağızlarımızı zor toparlayıp yola devam ediyoruz. Pırıl pırıl bir güneş var tepemizde. "Burada" diyoruz "İşte burda yaşanan hayatsa, bizimkisi ne?"



Otobüslere dönüp Dubrovnik'e yol alıyoruz. Ve işte karşımda daha görmeden aşık olduğum şehir. İnsanlar off puff çıkamam yukarılara derken ben tırmanıveriyorum eeennn tepeye. Dubrovnik ayaklarımın altında!



Dubrovnik'e girdiğimizde rehberimiz bir şeyler anlatıyor ama benim tüm duyularım tatile çıkmış. Hala ağzım açık, hala "Çok güzel, çok güzel" diye sayıklıyorum.



Rehberin Dubrovnik tarihini anlatışını kaçırdığımdan olsa gerek dönene kadar gördüğüm her heykelde aynı soruyu soruyorum. "Bu dedenin adı neydi?" ve hep aynı cevap "Aziz Vlaho" ve bir saat sonra benden tek bir soru çıkıyor: "Bu dedenin adı neydi?" Aşk sarhoşuyum yaa, IQ'um eksilerde, çalışmıyor kafam.



İlk gün yemek adresimiz Mea Culpa. Daha gelmeden hazırladığım "Yemek yenecek yerler" listesinin ilk adresi. Ve hayran kaldığım Hırvat karakteriyle ilk burda karşılaşıyorum. Oturuyoruz, gelen giden yok, garsona bakıyoruz, o da bize bakıyor. Tasasız, sanki oranın garsonu değil de yoldan geçen biri, sanki biz de müşteri değiliz biz de ordan geçiyoruz, "Amaan ne olacak, karın dediğin doyar elbet" rahatlığı var üzerinde... En sonunda sipariş vereceğimizi anlıyor ve yanımıza geliyor. Ve bingo! İngilizce bilmiyor garsonumuz:) Yan masadaki dev boyutlu pizzaları görüp tırstığımızdan soruyoruz: "Do you have smaller size?" ve cevap veriyor "Yes, olives!":) 



Elimizle kolumuzla pizza boyutlarını soruyoruz ve anlıyoruz ki Hırvat porsiyonları çok çok büyük. 1 pizza alalım o zaman diyoruz. Sevimli garsonumuz ikiye bölüp getiriyor pizzayı. Bu ince düşünce bir yandan pizzanın lezzeti bir yandan gelen hesabın cüziliği bir yandan salak salak gülümsüyoruz yine.


Suyundan içenlerin Dubrovnik'e tekrar geleceğine inanılan Onofrio çeşmesinden lıkır lıkır suları içip otelimize yol alıyoruz. Ve dilimde yine aynı cümleler "Çok güzel, çok güzel..."

11.11.2010

Dubrovnik:)


Bundan sonra ne dilediğime çok daha dikkat edeceğim. Zira oluyor:)
Aman tü tü tü maşallah kendime nazar değdirmeyeyim ama ne istediysem, aklımdan ne geçirdiysem bir bir olmaya başladı. (Şiştt maşallah demeden geçme sayın okur:))
Geçen sene nasıl da haykırmıştım Dubrovnik'e aşkımı. Duydu sesimi, çağırdı gel diye, ben de kıramadım kendisini. Sana geliyorum Dubrovniiiik:)
Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası da yaptı kıyağını. Haftalardır yağmur yağan Dubrovnik'te benim olduğum sürece bulut bile olmayacak:) Oh la laaaa:)
Ben tüm blogları hatmettim ama yine de söyleyin siz gidenler. Ne yemeli, nereye gitmeli, ne yapmalı? Önerin anacığım önerin:)

5.11.2010

Çemçük!!

Bu sene kalpten gidersem eğer kesin bir salı akşamı olacak bu! İnsan sinirlendiğini bile bile inatla aynı diziyi izler mi? İzliyorum işte. Osman'ımın çalı bacakları hatrına şu çemçük ağızlıya katlanıyorum. 
Sezon başladığında ilk bölüme şöyle bir göz ucuyla bakıp "Iıııh tutmaz annem bu tutmaz, dönem dizilerinin devri geçti" demiştim. Ama "Öyle bir geçer zaman ki" söylediklerimi bir bir yutturdu bana, üstüne bir de müptelası yaptı. Salı günlerini bırakın fragmanlarını bile iple çekiyorum. Gözümü kırpmadan seyrediyorum.
Osman'ımı, Berrin'i, Mete'yi, bakkalı çakkalı bile çok seviyorum. Ama şu Caroline...
Kızım, piiişşt, aklın varsa İstanbul'da karşıma çıkma. Roldü, karakterdi, diziydi dinlemem o sarı saçlarını dolayıveririm elime. Sen ağzını büzüştüre büzüştüre, şımarık şımarık konuştukça ağzına ağzına vurasım geliyor. Her gözüktüğün sahnede "Evet, ben Cemile" diyip böğrüne böğrüne bıçaklar sokmak istiyorum. Öyle uyuz, öyle gıcık bir tipsin ki içimdeki canavarı uyandırıyorsun. Benim uçan kuşu, böceği seven Osman'ım bile seni sevmeyip kapıları suratına suratına kapatıyor! Bi yürü git memleketine, duymayayım "Ağğlii ağlii" diyişini. Akşamları bir dizi zevkim var onu da sinir harbine, cinayet planlarına dönüştürdün. Kızıııım, bak ben Çemile'ye benzemem kaç kurtar canını. "Ağğğli" bile diyemeden tahtalı köyü boylarsın vallahi! Çemçük ağızlı seni!

Not: Yarınki gazete manşeti: Türk dizisine kendini fazla kaptıran 26 yaşındaki Ç. aklını yitirdi:)